Ahmet Çakı: Yerlilerin yan rollerle yetindiği bir yapı kurmaktan kaçındık.
Cem Pekdoğru’dan yine harika bir röportaj. Harika gözlemler içeren ve çok çalışılmış Cem Pekdoğru sorularını ve Koç Ahmet Çakı’nın samimi cevaplarını sizlerle paylaşıyoruz.
2017-18 sezonu, Darüşşafaka Tekfen için tam anlamıyla rüya gibi geçti. Top 16 seviyesinde grup liderliğini garantiledikten sonra kaybedilen Gran Canaria maçını bir kenara koyacak olursak, EuroCup’ta belli bir iddiayla çıktığı son 12 maçta hiç yenilmemişti Daçka. Nasıl bir rüyayı anlatmak hiçbir zaman göründüğü kadar kolay olmuyorsa, Daçka’nın bu başarısını açıklamak da pek mümkün sayılmazdı. Bayern Münih ve Lokomotiv Kuban eşleşmelerindeki geri dönüşlere tanıklık edenlerden bazıları, gördüklerinin gerçekliğine hâlâ inanamıyor.
Böyle bir zafer sezonunun ardından, Tahincioğlu Basketbol Süper Ligi’ndeki ve son dört sezonda üçüncü kez oynamaya hak kazandıkları EuroLeague’deki hedeflerine yeni bir zihniyetle giriş yapması gerekti Darüşşafaka Tekfen’in. Bir işbirliğini sona erdirdikten sonra, zirvede kalmak için köklerine dönüş yapan Daçka koçluk pozisyonunu da eski bir tanıdığa devretti: “Şefkat Yuvası” kapısından içeri ilk kez doksanlı yıllarda giren ve Darüşşafaka basketbolunun küllerinden doğuşuna bizzat tanıklık eden, ilk başantrenörlük deneyimini de henüz yirmili yaşlarını doldurmamışken yeşil-siyahlı kulüpte yaşayan Ahmet Çakı eve geri dönüyordu. Aradan geçen 12 yıl içinde Mersin Büyükşehir Belediyesi, Erdemir, TOFAŞ, Anadolu Efes ve ALBA Berlin gibi kulüpleri çalıştırarak üst düzey bir deneyim elde eden Çakı, zor bir göreve soyunduğunun farkında. Başarılı koç şimdilerde bir yandan altmışlı yıllarda ülke basketbolunun Avrupa’daki ilk temsiliyet günlerinde adı yazılı olan bu kulübü EuroLeague sahnesinde yarışmacı kılmaya çalışırken, diğer yandan BSL’de alınan erken mağlubiyetlerin elindeki genç çekirdeğin özgüvenini zedelemesine engel olmak için çaba sarf ediyor. Türkiye’nin en pozitif spor figürlerinden birini yeniden tanımak ve Darüşşafaka Tekfen’le girdiği bu yeni meydan okumaya ilişkin havadisleri almak için Maslak’taydık…
2004-05 sezonunda Darüşşafaka’da başantrenörlük görevini devraldığınızda, henüz 30 yaşınızı doldurmamıştınız. Sizi o günlerden bu yana takip eden bir basketbolsever olarak, Ahmet Çakı ismiyle ilişkilendirdiğim ve sizin koçluk yaklaşımınızı tarif eden birkaç güçlü çağrışım sözcüğü bulmaya çalıştım buraya gelmeden önce. Sonunda “iletişim” ve “esneklik” sözcüklerinde karar kıldım. Sonra geçtiğimiz ay ziyaret ettiğim medya gününüzde, tüm oyuncuların sizin hakkınızda konuşurken –ağız birliği etmişçesine– “player’s coach” (oyuncu koçu) ifadesine uğradıklarını hatırladım. Benim bulunduğum noktaya ulaşmaları için birkaç ay yeterli olmuşa benziyordu. Sizce bir koça “oyuncu koçu” sıfatını kazandıran şeyler nelerdir?
Sezon başında bir araya getirdiğimiz oyuncuları sadece grup halinde değil, bireysel olarak da yukarı çekmek her zaman önceliklerim arasında yer almıştır. Onlara değer katmak, kariyer yolculuklarında ivme kazandırmak gibi şeyleri önemserim. Oyuncunun gelişimi esnasında ona bir şeyler katabilecek bir pozisyonda olmak, bu mesleğin bana tatmin veren yanlarından biri. Bu yüzden günün sonunda birlikte çalıştığım oyuncu grubunu nereye çektiğimi de, en az galibiyet dereceleri kadar önemli bir başarı kıstası olarak belirlerim kendime. Zaten kalıcı biçimde başarılı olabilen iyi kulüplerin hemen hepsinin bunu yaptığını, belli bir galibiyet yüzdesine ulaşmanın yanı sıra yapı içindeki oyunculara ve koçlara değer katan bir birliktelik kurmayı da hedeflediklerini görebilirsiniz. Bunun şöyle bir getirisi de olacaktır tabii; oyuncular koçun kendi gelişimlerini de dert ettiğini ve bu meseleye kafa yorduğunu hissettiklerinde ve etrafınızda belli bir samimiyet duygusu oluştuğunda, takım içerisindeki herkesten tekil olarak aldığınız verimin artması da kaçınılmazdır. Benim içinde bulunmaktan keyif aldığım çalışma ortamları da bu tür çalışma ortamlarıdır zaten.
Oyuncularınızla kurduğunuz iletişimin ne kadar güçlü olduğunu anlatmanın en kolay yolu şu olabilir mi? Thomas Heurtel’in Türkiye’de geçirdiği üç senede, mutlu göründüğü bir an bile bulmanız kolay olmayacaktır. Ama eğer arşivde böyle bir kareye denk gelirseniz, o karenin 2016’nın Mayıs ya da Haziran ayında, yani Ahmet Çakı’nın Anadolu Efes’in başında bulunduğu o kısa dönemde çekildiğini fark edeceksiniz…
Evet, oyuncuyla güçlü bir diyalog kurmaya öncelik atfeden bir koçum. Ama bunun tam olarak bir tercih olduğunu da söyleyemeyiz. Esasında benim bu mesleği icra ederken zevk almamın tek yolu, bu şekilde çalışmaya devam etmekten geçiyor. İçimden gelen, özümdeki şey bu. Bildiğiniz üzere, asistan koç olarak çok değerli başantrenörlerle çalışma fırsatı buldum. Bunlar içinde Avrupa’nın en sert mizaçlı koçları da vardı, Dusan Ivkovic gibi. Onun tam aksinde duran koçlar da vardı. Elbette tüm bu koçlarla çalışmanızdan kendinize bir şeyler almak için çaba gösteriyorsunuz ama işin sonunda, karakterinize sadık kalmaktan başka bir yol göremiyorsunuz. Bu işte ne kadar çok vakit geçirirseniz, o kadar süratli bir biçimde kendi özünüze doğru döndüğünüzü fark ediyorsunuz. Benim de özümde bu var.
2017’nin başında burada bir başka söyleşi için Mithat Demirel’le buluşmuştuk. O Darüşşafaka’da genel menajerlik görevine getirilirken, siz de onun uzun yıllar çalıştığı ALBA Berlin’in başantrenörü olmuştunuz. Ve o gün bana 15 yıl önce, Yeniköy’deki bir kafede sizinle tanıştığı günü tüm detaylarıyla anlatmıştı. Kendisiyle Erdemir’de beraber bir sezon geçirmiş, hatta aktif kariyerinde çalıştığı son koç olmuştunuz. Bu örnekte olduğu gibi, kariyerlerin ötesine geçen arkadaşlıklar biriktirmek de farklı bir tatmin sağlıyor mu size?
Basketbol dünyasında bir kariyer inşa ediyorsanız, sadece profesyonel saiklerle hareket edemezsiniz bana kalırsa. Bu işten keyif duymalısınız. Ortak bir tutkuyu, basketbol sevgisini paylaştığınız insanlarla iletişim kurmak da bu keyfi yaşamanın en güzel yollarından biri. Basketbol içindeki insanları kendime yakın tutmaktan, onlarla bir şeyler paylaşmaktan çok mutlu oluyorum. Sosyal çevremin yüzde doksanının, basketbol ailesine mensup insanlar olduğunu görmek beni şaşırtmıyor.
Kariyeriniz ne kadar uzun olursa olsun, Mithat Demirel gibi özel karakterlere çok sık rastlamayacağınızı bilirsiniz. Ereğli gibi küçük bir şehirdeyken bile, sosyal becerileriyle girdiği her ortama pozitif bir şeyler katabilmiş biridir Mithat. İnsanları en zor anlarında bile gülümsetebilen biri. Onunla bir dostluk kurabildiğim için kendimi çok şanslı addediyorum. Mithat ve ben, hayata aynı pozitif duygularla yaklaşıyoruz – etrafımızdaki insanlarda güzel etkiler bırakmak bizim için çok önemli. Meslektaşlarımla ya da oyuncularımla iletişim kurarken de, ailemle ve dostlarımla iletişim kurarken de aynı değerlere göre hareket ederim. Örneğin sizinle bu söyleşiyi yaparken benim için asıl önemli olan ortaya çıkan iş değil, sizin buradan evinize keyifli bir sohbetin mutluluğuyla dönüp dönmeyeceğinizdir.
Türkiye’de bu hamurdan gelen çok fazla koç olmadığı gibi, olanların da yeterince değer görmediğini gözlemliyorum. Hatta bu “oyuncu koçu” ifadesi bir tür tahkire bulanıyor çoğu zaman, bir koçun “teknik açıdan yetersiz” olduğunu söylemenin siyaseten doğru biçimiymiş gibi. Ama bana kalırsa güçlü iletişim becerileri, “oyuncu koçu” nişanını almak için tek başına yeterli değil. Oyuncuyu yukarı çekmek adına A planından feragat etme esnekliği gösterebilmek de bir o kadar önemli bence. Siz bunu da yapabilen koçlardansınız. Oyuncuya “Ben burada böyle bir şey oynatacağım, sana da şu rolü biçtim” demeyi tercih etmiyorsunuz.
Doğru, genellikle bunu yapmamaya özen gösteriyoruz. Elbette sezon başında bir takım kurma şansınız varsa, oynamak istediğiniz basketbol tarzına uygun oyuncuları bir araya getirmeye çalışırsınız. Ama her zaman her şey dört dörtlük olmaz, özellikle de bizim seviyemizdeki bütçeler söz konusuyken… Bu yüzden de tercih ettiğiniz oyuncuları, zayıf yönleriyle kabul etmelisiniz. Ve sisteminizde bu zayıflıkları örtecek bazı dokunuşlar yapmalısınız. Oyuncu size adapte olmaya çalışırken, siz de ona adapte olmaya çalışmalısınız. Bu bir taviz değil, oyuncuya bir yol açmak için göstermeniz gereken bir esneklik.
Örneğin Ray McCallum’ın Avrupa’daki ilk sezonunda bu katı şablonlara girmeye direnç gösterdiğini, Joan Plaza’nın kafasındaki oyun kurucu tanımıyla çok uyuşmadığını gözlemlemiştik. Gördüğüm kadarıyla, bu sezona sizin gibi bir koçla girecek olmak ona büyük bir rahatlık vermiş.
Doğrusunu söylemek gerekirse, hem Ray McCallum hem de Markel Brown konusunda biraz daha mesaiye ihtiyacımız var. Her ikisinin de özel oyuncular olduğuna inanıyorum. Bununla birlikte, Avrupa’da ilk günden itibaren iş yapabilecek “al, pick-and-roll oyna, yarat” formülüne uyan guard profilinden de çok uzaklar. Biraz daha açık sahaya ve isolation oyununa ihtiyaç duyuyor, o ortamda kendilerini daha rahat hissediyorlar. Biz de takım olarak henüz onlara bunu veremiyoruz. Ama bunun için çabalamaya devam edeceğiz, görevlerimizden biri bu.
Kadro yapınıza baktığımda, Zanis Peiners, Stanton Kidd, Jon Diebler, Micheal Eric gibi farklı oyun düzenlerine adapte olması daha kolay oyuncular da görüyorum. Sezonun ilk bölümünde beğeni toplayan oyuncularınızın bu grup içinden çıkması da bir tesadüf değildir belki… Peiners’in EuroLeague düzeyinde –belli bölümler için de olsa– oyuna bu denli hükmedebilmesi birçok otoriteyi şaşırtmışa benziyor. Siz onun bu başlangıcını nasıl yorumluyorsunuz? Bana biraz ALBA Berlin döneminizde birlikte çalıştığınız ve iyi verim aldığınız Dragan Milosavljevic’i de hatırlatıyor…
Zanis, özellikle yaz döneminde antrenman sahasında ortaya koyduklarıyla bize bunun işaretlerini fazlasıyla vermişti. Ondan 2 ve 3 numaralarda katkı alabiliyoruz, Berlin’de Dragan’ın yaptığı gibi… Stanton da birden fazla pozisyonda kullanabildiğimiz ve hem 3 hem 4 numarada sahaya her an enerji getirebilen bir oyuncu olarak elimizi rahatlatıyor doğrusu.
Yeni oluşturulmuş bir takım olarak, sezonun ilk bölümünü daha hazır olan oyuncularla geçmeye gayret ettik. Bu, bizim için bir mecburiyetti. EuroLeague’de oynadığımız ilk maça arka alanda Ray ve Markel, forvetlerde Stanton ve Berk, içeride Micheal ile başlamıştık. Ve buradaki ana düşüncemiz, Ray ve Markel’in top yönlendirici olmanın yanında hücum sahasında karar vericiler olarak da ön plana çıkmalarıydı. Fakat özellikle Markel çok kötü bir 10 dakika oynadı, yeniden ona döndüğümüzde de istediğimiz cevabı veremedi. O maçta Markel’in EuroLeague seviyesine hazır olmak için zamana ihtiyaç duyduğunu açıkça gördük, özellikle de takım yapısı içerisinde 2 numaradan gelecek yaratıcılık katkısı bizim için bu kadar önemliyken… Hem o bizim istediğimiz seviyede değildi, hem de biz ona yeteneklerini layıkıyla sergileyebileceği bir alan veremiyorduk. Dolayısıyla BSL’de de, beşinci maça kadar, Markel hep dışarıda kalan yabancı oyuncularımızdan biri oldu. G-League’den transfer ettiğimiz bir diğer oyuncu Jeremy Evans ise bu adaptasyon sürecini daha hızlı geçti ve henüz yüzde yüzünde olmasa da, verdiği ribaund ve enerji katkısıyla uzun rotasyonumuza önemli değer katmaya başladı.
Özellikle Markel ve Ray’in takımla beraber hareket etmeye, arkadaşları için oynamaya ve üretmeye başlamasıyla işimizin daha kolaylaşacağına inanıyorum. Biraz yolda ilerlerken gelişmemiz, kervanı yolda düzmemiz gerekiyor açıkçası. Bizim takımımızın karşılaştığı zorluklar bunlar… Ray’den kimi maçlarda (Real Madrid ve CSKA Moskova gibi) istediğimiz reaksiyonu alabildik, kimi maçlarda alamadık. Böyle durumlarda da Kartal Özmızrak ve Doğuş Özdemiroğlu’na daha fazla süre veriyoruz. Zaten en başından beri, yabancıların “ana oyuncular” olarak konumlandığı ve yerlilerin yan rollerle yetindiği bir yapı kurmaktan kaçındık. Böyle düşünmeseydik, biz de 9-10 yabancıyla yola çıkabilirdik. Ama her iki kulvarda da en az 5-6 yerli oyuncunun ciddi bir şekilde olayın içine girmelerini sağlamaya çalışıyoruz. Bu bazen 5 dakika olur, bazen 20 dakika. Ama orada olmalarını, kafaca işin içinde hissetmelerini istiyoruz.
Kartal Özmızrak, Doğuş Özdemiroğlu ve zaman zaman Muhammed Baygül’ün geçtiğimiz sezon David Blatt’in ana planlarına girmeyi başardığına, hatta EuroCup yolculuğunda çok kritik anlara isimlerini kazıdıklarına tanık olmuştuk. Siz bu isimlere Berk Demir’i de eklemeye kararlı gözüküyorsunuz. Berk’in EuroLeague’deki son dört maçta da 15 dakikanın üzerinde süre aldığını gördük…
Berk’e bu sorumluluğu ilk Real Madrid maçından itibaren vermeyi planlıyordum aslında. Orada kendini tam olarak rahat hissetmediğini anladığımda Berk’i kenara aldım ve bu rolü yavaş yavaş artırmanın daha doğru olacağını düşündüm. Sonrasında birkaç maç istediğim kadar süre veremediğim de oldu Berk’e. Ama ondan da iyi yanıt aldıkça, son maçlarda ortalamalarını yeniden yukarı çektik. Uzun rotasyonunda Berk’in yanı sıra Oğuz Savaş ve Emircan Koşut’u da planlarımızın içinde düşünüyoruz. Kısa rotasyonunda bahsettiğiniz üç ismin yanına –ilk aşamada BSL’de olmak kaydıyla– Sinan Sağlam’ı eklemenin yollarını arıyoruz. Çünkü bu uzun sezonda hepsine ihtiyacımız olacak… Şimdiye kadar oyuncuların maç temposuna nasıl yanıt verdikleri ve hazırlık dereceleri, kararlarımızda belirleyici olmuş olabilir. Ama yolun devamında buraya bir çeşitlilik katmamız gerektiğinin farkındayız. Bunun için de rollerin biraz daha oturması gerekiyor.
Alt yaş kategorilerinde önemli bir cevher olarak hayatlarımıza girmiş olan Berk, önümüzdeki Mayıs ayında 24 yaşını dolduracak. Ve bu sezonla birlikte gerçek anlamda ilk kez şans buluncaya dek, BSL düzeyinde toplam 104 dakika sahada kalabilmişti. Sizce Berk gibi oyuncuları EuroLeague gibi büyük sahnelere daha iyi hazırlamak için neler yapılabilir? BGL’nin ilk sezonu hakkında ne gibi izlenimleriniz var?
Tamamen olumlu izlenimlere sahibim. BGL’nin çok önemli bir adım olduğunu düşünüyorum. Bence bizim altyapıdaki önemli sorunlarımızdan biri, oyunculardan çok erken verim almaya çalışmamız. Aslında gelişiminin ortalarında olması gereken 13 yaşındaki bir oyuncudan bile hemen maç performansı almayı hedefliyoruz. Milli takım düzeyinde bu yaş gruplarında aldığımız başarıların, A takım yarışmalarına taşınamamasının nedenlerinden biri bu. Öncelikle bu acelecilikten kurtulmalıyız. Fizik ve taktik olarak 17-18 yaş grubunda diğerlerinin önüne geçmeye çalışmamalıyız, oyuncularımızın 19-22 yaş aralığında da gelişimlerini sürdürmeleri için neler yapabileceğimizi tartışmalıyız. Bu bağlamda BGL’nin bir adım ileri götürülmesinin ve genç takım yaşı dolmuş oyuncular için de bir “ara rekabet düzeyi” oluşturulmasının faydalı olacağına inanıyorum. Ümitler Ligi gibi bir projeden bahsediyorum.
Bir başka sorunumuz, oyuncuların ve ailelerinin gereken sabrı çoğunlukla gösterememeleri. “Oyuncu neden oynamıyor?” sorusunun basit bir yanıtı var: Çünkü 18 yaşındaki bir oyuncu, fiziksel ve mental açıdan, Amerika’dan gelen bir oyuncuyla rekabet etme yeterliği taşımıyor. Sorulması gereken asıl soru, bu oyuncuların gelişimini nasıl sürdürebileceğimiz. Bunun için oyuncunun A takıma çıktıktan sonra da aynı sabrı göstermeye devam etmesi, mental olarak geri düşmemesi şart. Bizim de bu sırada ailelere genç takım bittiği anda A takımın başlamadığını, arada bir seviye daha olduğunu hissettirmemiz gerekiyor. Bunun oynatma/oynatmama meselesinden başka bir şey olduğunu, antrenörlerin, oyuncuların ve ailelerin beraberce yönetmeleri gereken bir proses olduğunu hepimiz anlamalıyız.
Geçtiğimiz yıl yaptığımız bir mülakat sırasında, Adatıp Sakarya BŞ Basketbol koçu Selçuk Ernak bu noktada şöyle bir tespitte bulunmuştu: “Birinci lig seviyesinde beklenti taşıdığınız bir oyuncuyu, üçüncü ligde oynatarak birinci ligdeki hedeflerinize hazır hale getiremezsiniz. Bir kulvarda yarışırken, yetenekli genç oyuncunuzu da o kulvarda itmelisiniz.” Siz bu görüşe katılır mısınız?
Evet, TBL’nin kendi dinamikleri olan ve kendi oyuncusunu yetiştiren farklı bir lig olduğu görüşüne katılırım. Bizim için oyuncuyu bir TBL takımına kiralamak, çoğu zaman bir seçenek olmuyor. Zira bu, oyuncunun A takımla bağının kopması ve o düzeye bir daha geri dönememesi gibi bir tehlike taşıyor.
Elbette TBL’yi oyuncu yetiştirmek için kullanmanın da yöntemleri var. Örnek olarak, Banvit’in TBL’deki pilot takımı Bandırma Kırmızı’dan aldığı verim ortada. Onların çizdikleri yolda, TBL’nin bir rekabet alanı olarak tanımlanmadığını vurgulamak isterim. Kendilerini başından beri bu ligin yazılı olmayan kurallarından azade düşündüler ve skorlardan bağımsız bir şekilde ilerlediler, böylelikle genç oyuncularına ciddi bir kalite düzeyinde çok önemli bir tecrübe imkânı sağlayabildiler. İspanya’da da LEB Oro’yu benzer şekilde kullanan birçok kulüp olduğunu görebilirsiniz. Genç takımdan çıkan oyuncularını bir alt ligde pişirebiliyorlar; oyuncu 21-22 yaşına geldiğinde hâlâ hazır değilse bu kez ACB’nin daha mütevazı takımlarına kiralama formülüne gidiyorlar. Ama Ümitler Ligi gibi destekleyici bir projenin, Türkiye’deki basketbol ortamına daha uygun olacağını düşünüyorum ben.
Sözcüğün daha kapsayıcı anlamıyla eğitimden bahsedecek olursak, oyuncu yetiştirme sürecini örgün eğitime entegre bir biçimde yeniden tanımlayan örnekler de görüyoruz Avrupa’da. Mesela eski kulübünüz ALBA Berlin’in inisiyatifi ve devlet desteğiyle Berlin’de yaklaşık on sene önce başlatılan “ALBA macht Schule” (“ALBA ders veriyor” gibi serbest bir çeviri önerebiliriz) projesi NBA’e ilk oyuncusunu verdi bile…
ALBA Berlin çatısı altında çalışan antrenörler, bu proje kapsamında Berlin’deki çeşitli okullarda Beden Eğitimi derslerine giriyor ve çocuklara basketbol öğretiyorlar. Benim orada çalıştığım dönemde gözlemlediğim kadarıyla, Almanya Basketbol Federasyonu ve Spor Bakanlığı da bu projenin üzerine düşüyor ve finansmanını büyük oranda üstleniyor. Yılda 3 milyon Euro gibi bir kaynak aktarılıyor bu projeye. Tek amaçları da şehirde ve ülkede basketbolun genel algısını geliştirmek, bu sporun çocukların hayatına anaokulundan itibaren girmesini sağlamak… Ben oradayken, bu projeye neredeyse tam mesaiyle bağlı olan yaklaşık 40 altyapı antrenörümüz vardı. Hiç şüphesiz, çok güzel ve örnek alınması gereken bir proje. Ama çok da büyük bir proje…
Türkiye’de bu entegrasyonu tam olarak sağlayabilirsek ve yalnızca basketbolu değil, sporun tüm branşlarını okulların içerisine layıkıyla sokabilirsek sorunlar tamamen çözülmüş olur. Burada kat edecek epey bir yolumuz var gibi görünüyor. Yine de durumun geçmişe nazaran daha iyi olduğunu, 20-30 yıl önce yapılan bazı hataların tekrarlanmadığını söyleyebiliriz. Örneğin şunu basketbolun içerisindeki herkes anlamış durumda: Bir genç basketbolcu adayı daha fazla antrenman yapmak için okul hayatından kaytarırsa ne daha iyi bir basketbolcu olabilir, ne de daha iyi bir insan.
Evet, bugünkü finansal tabloda sporla ilgili bu tür projelere 3 milyon Euro kaynak aktarmamız çok kolay görünmeyebilir. Ama daha düşük bütçeli projeler vasıtasıyla ülke basketbolu için değer yaratmaya devam eden, röportaj sırasında da bahsi geçmiş Banvit ya da TOFAŞ gibi kulüplerin ortaya koydukları modeli takip eden yeni kulüpler görebilecek miyiz sizce? Bu bütçeden ziyade, kararlılıkla ilgili olabilir mi?
Bence öyle, kararlılıkla ilgili bir konu bu. Benim Darüşşafaka’da çalıştığım ilk dönemde de benzer bir kulüp politikası söz konusuydu. O yıllarda kulüplerin iki yabancı oynatma hakkı vardı; biz de bu iki yabancı hakkını kullanır ama kadronun geri kalanını yalnızca kendi altyapımızdan yetişme oyuncularla tamamlardık. Bu tür uygulamaları hayata geçirmek için birkaç kişinin inisiyatif alması yeterli olmuyor ne yazık ki. Kulübün irade göstererek bir karar vermesi ve bu kararın arkasında durması gerekiyor. Darüşşafaka’da daha önce de yapıldığı gibi…
Hayatınızın bir çemberi tamamlamaya yaklaştığı iki nokta görüyorum. Mersin doğumlu bir koç olarak, 2007-08 sezonunda şehrin birinci ligdeki temsilcisi Mersin Büyükşehir Belediyesi’ni çalıştırdınız. Ve geçtiğimiz yaz içerisinde, gençlik yıllarınızda neredeyse on yıl boyunca mesai vermiş olduğunuz Darüşşafaka kulübüyle yeniden buluştunuz. Sizin buradaki geçmişinizin yeterince vurgulanmadığını hissediyorum. Bu röportajın, medyadaki bu eksiği düzeltme yolunda bir başlangıca vesile olmasını çok isterim.
Darüşşafaka kapısından içeri ilk kez yirmili yaşlarımın başında girmiştim. Ve hâlâ bunun hayattaki en büyük şanslarımdan biri olduğunu düşünüyorum. Darüşşafaka o günlerde kulüp olarak sporu, özellikle de basketbolu içinde doyasıya yaşayan bir yapıydı. O yıllarda Efes ve Galatasaray’ın da maçlarını Ayhan Şahenk Spor Salonu’nda yaptığını hatırlarsınız. Bu iki takımın antrenmanları, rakiplerinin antrenmanları, bizim antrenmanlarımız, altyapı maçları derken bütün günü basketbol konuşarak ve kelimenin tam manasıyla basketbol soluyarak geçiriyorduk. Ne diyebilirim ki? Hayallerimin ötesine geçen bir ortamın içinde bulmuştum kendimi. Kulübümüzün duayenleri Türkay Çakıroğlu ve Candan Tekin’le, o dönemki koçumuz Erman Kunter’le birlikte çalışmak, hatta onlarla konuşmak bile sizin basketbol dünyanızı geliştirmeye tek başına yeterdi. Maç günleri bazen sabah sekizde kulübe gelir, gece yarısına kadar çıkmazdık. Ve kulüpte çalıştığım onca yıl içerisinde bir kez bile kendime “Ya ben niye bütün günü burada geçirdim?” diye sorduğumu hatırlamıyorum. O kadar keyifli ve verimli bir şekilde geçiyordu ki günlerimiz…
Başkanımız Ümit Bey [Başkırt] ve Cem Bey [Güler] geçtiğimiz yaz bana teklifte bulunduklarında, şöyle bir düşüncede olduklarını hissettim: “Biz yeni bir yapılanmaya gidiyoruz ve bu yeni yapılanma içerisinde şartlarımız, geçmişteki şartlara daha yakın olacak. Bu yüzden de kulübü bilen ve geçmişteki şartlarla çalışabilecek, bu durumu yönetebilecek birine ihtiyacımız var.” Yani hem çok iyi bildiğim bir yere geri dönüp burada yeni bir yapılanmanın içerisinde rol alacaktım, hem de yıllardır koç olarak içinde bulunmak istediğim EuroLeague sahnesinde kendimi sınayabilecektim. Bu yeni şartlar söz konusuyken, EuroLeague sezonunun büyük bir meydan okuma olarak geçeceğinin farkındaydım. Ama bu meydan okumaya kendimi soktuğum takdirde, BSL ve EuroLeague’de geçecek bir sezonun deneyiminin beni o gün olduğum yerden daha ileriye götüreceğinden de emindim. Dolayısıyla teklifi kabul etmek, kolay aldığım bir karar oldu. Şu anda da gayet mutluyum. O eski günlerdeki güzel ortamı yakalamaya başladığımıza inanıyorum.
Gerçekten zorlandığımız anlar olacağının bilincindeyiz, ilk günden beri bu ihtimalleri aramızda konuşuyoruz. Ama biz yönetimimizle, idari ve teknik ekibimizle, son olarak da parkeye çıkan oyuncu grubumuzla, bu zor anların üstesinden gelebilecek bir karakter taşıyoruz. Takımı kurarken de bazı tercihlerimizi, yeteneğin önüne karakteri koyarak yaptığımızı saklamayacağım. Daha yetenekli oyunculara yönelebilirdik ama onların zor günlerimizde, işler kötü giderken beraber kalacağına şimdi olduğu gibi güvenemezdik. Ray McCallum’dan daha iyi bir skorer bulamaz mıydık? Evet, bulabilirdik. Ama onun kadar pozitif ve takımdaşlık duygusu gelişmiş başka bir guard bulamazdık. Zor anlarda bir yapıştırıcı görevi görecek Jon Diebler gibi, Jeremy Evans gibi iyi profesyoneller bulmak da bizim için önemliydi. Tüm bunların fark yaratacağına ve yolun sonunda takımımız içindeki herkesin bu sezonu keyifli ve kendilerini geliştirdikleri bir sezon olarak hatırlayacaklarına eminim.
Skorer guardlardan söz etmişken, röportajın başından beri aklımı meşgul eden bir isim var: Lamont Strothers. BSL’deki ilk kahramanlarımdan biriydi – çocukken onun gibi, Randolph Childress gibi guardlardan etkilenmeye meylederdim.
Darüşşafaka’da çalıştığınız o ilk dönemden bir beş yapacak olsanız, Strothers’ı alır mıydınız?
Yazacağım ilk guard Strothers olurdu kesinlikle. Başantrenör olarak çalıştığım iki sezonu dışarıda bırakırsam, şöyle bir beş bugün bile her rakibin başına iş açabilirdi sanırım: Lamont Strothers, Steve Rogers, Alex Jensen, Michael Ansley ve pivot olarak da Oleksandr Okunskyy.
GÖRÜNTÜLENME 1.461